05 Nisan 2020 Pazar
Kuzeyde kar, güneyde çiçekler
Japonya’nın kuzeyindeki Hokkaidō, ocak ayında karlar altındayken güneydeki Okinawa adalarında kiraz ağaçları çiçek açıyor. Avrasya kıtasının doğusunda bir yay gibi uzanan Japon takımadaları, kuzeydoğudan güneybatıya yaklaşık 3000 km boyunca iklim olarak birçok değişiklik gösteriyor. En büyük dördü Hokkaidō, Honshū, Shikoku ve Kyūshū olmak üzere 6800’den fazla adadan oluşan Japon takımadalarının ABD’den bile daha uzun olan sahil şeridi yaklaşık 30.000 km. Ülkenin %75’i dağlık ve Japon Alpleri diğer sıradağlarla birlikte ana ada Honshū’nun büyük bir kısmını kaplıyor. Japonya’nın başkenti Tokyo, Los Angeles ve Atina’ya benzer olarak 35° Kuzey enleminde, Avusturalya’nın Adelaide şehri gibi 139° Doğu boylamında yer alıyor.
Aşağıdaki haritadan görüldüğü üzere Japonya subarktik Hokkaidō ve subtropikal Okinawa gibi çeşitli iklim kuşaklarına bölünmüş. Kış mevsiminde Sibirya’dan esen rüzgarlar denizi aşıp nem taşıyarak ülkenin Japon Denizi’ne bakan kısmına yağmur ve kar getiriyor. Ancak merkezdeki sıradağlar ile korunan Japonya’nın Pasifik’e bakan tarafında kış mevsiminde hava güzel. Buna karşın, yaz aylarında, kısmen tayfunların da etkisiyle ülkenin Pasifik’e bakan tarafı yağmurluyken Japon Denizi’ne bakan tarafı çoğunlukla güneşli günler yaşar.
Baharın Gelişi
Güneyden esen yılın ilk güçlü rüzgârı Japonya’nın Pasifik’e bakan tarafında yaşayan insanlara baharın gelişini müjdeliyor. Haru ichiban, yani “ilk bahar” denen bu rüzgâr şubattan martın ortasına kadar esiyor. Kiraz çiçeği sezonu ve kiraz ağaçları altında yapılan hanami piknikleri ocak ayında Okinawa’da başlıyor. Sakura zensen adı verilen kiraz ağaçlarının ülkenin güneyinden kuzeyine doğru çiçeklenme hareketi, mayıs ayında Hokkaidō’ya ulaşana kadar basında çıkan raporlar aracılığıyla takip ediliyor.
Bölgeden bölgeye değişmekle birlikte Japonya’nın büyük bir kısmında bilindik dört mevsime ek olarak ilkbaharın sonundan yaz mevsiminin başına kadar yaklaşık altı hafta süren ve tsuyu adı verilen yağmurlu bir mevsim daha var. Yılın bu aşırı nemli ve yağmurlu vaktini yaşamayan tek bölge Hokkaidō.
Yaz mevsimleri giderek daha sıcak geçmeye ve hava sıcaklığı sıklıkla 30 °C’nin üzerine çıkmaya, hatta bazen 40 °C’yi bulmaya başladı. Japonya’da şimdiye kadar kaydedilmiş en yüksek hava sıcaklığı Shikoku adasının Kōchi Prefektörlüğü’nde 2013 yılının ağustos ayında kaydedilen 41 °C. Japoncada “gerilla yağmuru” denilen bir olay da 2008 yılından beri sıklıkla görülür hale geldi. Bu ani bölgesel sağanak yağışlar sırasında saatte 50 ml’den daha fazla yağış görülebiliyor.
Yaz Mevsimini Atlatmak
Kamu kurumlarında, şirketlerde ve okullarda giyilen üniformalar mevsim geçişlerine uyumlu olarak değiştiriliyor ve bu geleneğe kıyafetlerin değişimi anlamına gelen koromogae adı veriliyor. Yazlık üniformalar çoğu zaman haziranın 1’inde giyilmeye başlanıyor ve ekimin 1’inde kışlık üniformalar giyilmeye başlanana kadar kullanılıyor. Depolama alanlarının genellikle sınırlı olduğu Japon evlerinde yaz kıyafetleri gardıroplara asılmış kutularda saklanıyor. Aynı zamanda, kabanlar ve kışlık kıyafetler de küflenmeyi önlemek için kullanılan rutubet giderici maddelerle birlikte kutulara kaldırılıyor. Koromogae geleneğinin 794-1185 yılları arasındaki Heian dönemine dayandığı söyleniyor.
Çevre Bakanlığı, yaz üniforması olmayan şirketlerin 1 Mayıs’tan 31 Ekim’e kadar Cool Biz adı verilen kıyafet yönetmeliğini uygulamasını tavsiye ediyor. Bu yönetmeliğe göre çalışanların ceket ya da kravat takması zorunlu değil. Japonya’nın bayıltıcı yaz sıcağına karşı başvurduğu yöntemlerden biri olan klima ve vantilatörler yaygın olarak kullanılmaya devam ediyor. Yelpazeler, bambudan yapılmış stor perdeler, ultraviyole ışınları engelleyen perdeler ve boyna takılabilir buz torbalarının satışları yılın bu zamanlarında artarken bazı insanlar da uchimizu olarak bilinen bir gelenekle sokakları ve bahçeleri suluyor. Çevre dostu bir başka yönteme de gösterilen ilgi artıyor. Gōya denilen acı kavun ve gündüzsefası gibi tırmanıcı bitkiler binaların dışında yetiştiriliyor ve pencerelerden girecek ısıyı engelleyip soğutma ihtiyacını azaltacak “yeşil perdeler” oluşturuluyor.
Yılın sonuna doğru soğuk geceler gelince ısıtıcıları ve kotatsu adı verilen masaları çıkarma vakti geliyor. Ev halkı her şeyi 100 yene satan dükkanlara giderek pencerelerin kenarlarını kapatıp hava akımını kesmek için kullanılan bantlardan stokluyor. Halıların altına serilen alüminyum levhalar da soğuktan korunmanın bir başka yolu. Yalıtım ve çift camlı pencereler Japonya’nın çoğu bölgesinde hala yaygın değil.
Değişen İklim
Japonya’da nisan ayında yeni okul yılı ve buna bağlı olarak şirketlerde de işe alımlar başlıyor. Hem eğitim kurumlarında hem de şirketlerde kabul törenleri düzenlenirken çoğunlukla arka planda kiraz çiçeklerinin bulunduğu toplu hatıra fotoğrafları çektiriliyor. Okullarda yaz tatili genellikle temmuz sonundan ağustos sonuna kadar devam ediyor. Ancak Hokkaidō ve yoğun kar yağışının görüldüğü diğer bölgelerde yaz tatili daha kısa tutularak kış tatili daha uzun yapılıyor.
Mevsimlerin geçişi Japon sanatında sıkça kullanılan bir konu. Şiir, resim, çay seremonisi, çiçek düzenleme sanatı olan ikebana, geleneksel Japon mutfağı ve daha birçok alanda etkisi görülüyor. Mevsimleri tanımlayan kelimeler olmasaydı geleneksel Japon kültürü oluşmazdı demek abartı olmaz.
Şehirleşme ve yeşil alanların azalması ülkenin çehresini değiştirirken, değişen iklimden dolayı erik ve kiraz ağaçlarının ne zaman çiçekleneceğini tahmin etmek de zorlaştı. Organizatörler de düzensiz iklim koşullarının bu Japon geleneklerini artarak sekteye uğratmasından endişeleniyor.
Haberin orijinalini okumak için buraya tıklayın.
Öncelikle kendinizi tanıtır mısınız?
1986 yılında Çanakkale’de doğdum. Tıp eğitimimi Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesinde aldıktan sonra Ege Üniversitesi Tıp Fakültesinde Kardiyoloji eğitimimi tamamladım. Hayalim iyi bir akademisyen, branşında sayılı isimlerden olmak. Çalışma hayatım dışında, bir hayalim daha var, dünyayı gezmek. Onu da parça parça yapabiliyorum. Gezmek dışında, fotoğraf çekmek, kitap okumak, dil öğrenmek ve yoga yapmak en büyük keyiflerim.
Kardiyoloji alanında uzmanlaşmaya nasıl karar verdiniz?
Tıp fakültesindeyken hem teorik olarak konuları öğrenirken hem de hastanede pratik eğitimi görürken kardiyoloji en keyif aldığım branşlardan biriydi. Kalbin çalışma mekanizması beni hep büyülemiştir. Tıp fakültesinin altıncı sınıfında intörnlük dediğimiz bir süreç var. Bu süreçte kardiyoloji bölümünde çalışırken, hastaneye ölüm korkusuyla gelip, yürüyerek çıkan hastaları gördükçe kafamda iyice şekillendi kardiyoloji uzmanı olma fikri. İnsanları hayata döndürebilmek, bu dünyanın en tarif edilmez mutluluğu bence.
Japonya’ya yolunuz nasıl düştü? MEXT bursuna başvurma sürecinizden bahsedebilir misiniz?
Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesinde okurken, amatör bir tiyatro kulübümüz vardı. Yönetmenlerimizden ikisi de Japonya sevdalısı hocalarımızdı. Onlardan biri benim gibi Monbusho bursuyla iki sene kalmıştı Japonya’da. Japonya’ya ilk ilgim o hocalarım sayesinde başladı. Oynadığımız bir oyunu geleneksel Japon tiyatrosu “kabuki”den esinlenerek oynadık, kabuki makyajı, kıyafetleri ve oyunun sahneleniş şekli hepimizi çok etkilemişti. Sonrasında kardiyoloji eğitimim bitince yurt dışı akademik kariyer olanaklarını araştırmaya başladım. Daha önce Avrupa’ya öğrenci değişim programlarıyla gitmiş ve sistemlerini az çok görmüştüm. Hem gelişmiş bir ülke olsun hem de farklı bir ülke olsun diye düşündüğümü hatırlıyorum. Yine aynı hocam, yapabileceğimi söyleyerek beni yüreklendirdi ve Monbusho bursuna başvurdum. Bursun dosya hazırlama süreci biraz zorlayıcı açıkçası. Epeyce evrak derlemeniz gerekiyor. Üniversite ve uzmanlık sınav notlarının tek tek çıkartılıp İngilizceye çevrilmesi, birçok kişiden tavsiye mektubu almanız, neden Japonya’ya gitmek istediğinize dair iyi bir motivasyon mektubu yazmanız gerekiyor. Şu an hatırlayamadığım belgeler de var. Takibinde İngilizce ya da Japonca sınavı, sözlü mülakat, sonrasında proje hazırlama ve Japonya’da bir üniversiteye kabul ettirme gibi yine stresli bir süreç oluyor. Hazırlayacağınız projenin literatüre faydası olacağına ve özgün bir çalışma olacağına dair burs komitesini ikna etmeniz gerekiyor. Tüm süreç yaklaşık 8-9 ay sürüyor.
Araştırmalarınızı Japonya’da devam ettirmek size neler kattı?
Çok şey, her anlamda. Bilimsel çalışmalara ayrılan imkân ve maddi destek gerçekten sınırsız gibi Japonya’da. Sizden sorumlu profesörünüz sizin herhangi bir çalışmanızı onayladığı sürece, hiçbir sorunla karşılaşmıyor ve her türlü imkândan faydalanabiliyorsunuz. Bilimsel kongre desteği kendi doktorları dışında yabancı ülkeden gelen araştırmacılara da veriliyor mesela. Bu Türkiye’de doktorların kendisinin bile göremediği bir olanak. Kendi ülkem adına üzülüyorum tabi, çünkü bilim yapmaya çalışırken, son teknolojiyi takip edebilmek ciddi bir maddi destek gerektiriyor. Biz bir tane ultrason cihazımız bozulduğunda tüm bilimsel çalışmaları durdurmak zorunda kalabiliyoruz çünkü birçok hastanede yedeği yok, eksilen, bozulan parçanın alınması haftalar sürebiliyor. Japonya’da çalıştığım hastanede hem cihaz sayısı çok fazla hem de bozulan bir şey aynı gün yapılıyor. Siz yeter ki bilim yapmak isteyin, kapılar sonuna kadar açık. Vurgulamak istediğim ikinci nokta, Japonlar kurallara uyan, yaptıkları işi son derece düzgün yapan insanlar. Bu haliyle akademik hayatta da böyle. Son derece kitabına uygun, ince eleyip sık dokuyarak çalışma yapmayı öğrendim. Biz Türkiye’de en azından asistan hekim düzeyinde kendi istatistiksel analizlerimizi yapmayı çoğunlukla öğrenmiyoruz. Kendi kişisel çabanızla öğreniyorsunuz isterseniz. Japonya’da ise, herkes kendi çalışmasının analizlerini kendi yapmayı öğreniyor. Bu süreçte sıfırdan başlayarak, bilimsel çalışma nasıl planlanır, hasta verisi nasıl toplanır, nasıl veri dosyası oluşturulur, nasıl analiz yapılır ve nasıl makale yazılır tekrar, sıfırdan, çok daha disiplinli ve düzgün bir şekilde öğrendim. Üniversitelerin çok prestijli tıp dergilerine üyelikleri bulunduğu için, sınırsız bir makale erişim hakkınız oluyor. Ne araştırma yapmak istiyorsanız, o bilgiye ulaşmanız çok kolay. Bireysel olarak cebinizden bir şey çıkmıyor. Orada bulunduğum iki yıllık sürede çok fazla bilimsel makale okudum, kendime harika bir kardiyoloji makale arşivi oluşturdum. Artık gerçekten “akademisyen” sıfatını hak ettiğimi hissediyorum.
Japonya’da yaşamak hayatınızı ve hayata bakış açınızı nasıl etkiledi?
Hayat tecrübesi anlamında çok şey kattı. Ben oldum olası çok gezen bir insanım ama ilk defa bu kadar uzun süre yabancı bir ülkede yaşadım. Ufak tefek kültür benzerlikleri olsa da Japonya adapte olabilmek açısından Avrupa ya da Amerika’dan daha zor bence. Bu açıdan ilk zamanlarda biraz zordu. Ama başarabildiğiniz için kendinizi güçlü hissediyorsunuz. Sokakta hiçbir yazıyı okuyamamak mesela, çok zorladı, ama beni Japoncayı iyi öğrenmeye çalışmaya itti. Damak tadıma başta çok farklı gelen birçok Japon yemeğini deneye deneye sevdim ve artık hemen hemen tüm dünya mutfaklarının yemeklerini seviyorum. Asya mutfağı damak zevkimi çok genişletti. En güzeli de Japon disiplini uzun süre orada yaşayınca size de sirayet ediyor ve iyi noktalarını kendinize kazandırabiliyorsunuz. Biz doktorlar zaten zorlu şartlarda çalışıyoruz ama çok çalışmayı bir külfet olarak görmeme bakış açımı daha da güçlendirdi bu süreç. Günlük hayatta sakin olmaları, herkese saygılı olmaları, sizin işinizi yapabilmek için azami gayret göstermeleri örnek aldığım ve ülkeme taşımak istediğim diğer özelliklerinden.
Orada yaşarken yeni alışkanlıklar kazandınız mı?
Genellikle kendi yaşamımı Japonya yaşamına adapte ettim denilebilir ama bence en benzersiz kazanımım, Japon yemeği pişirme alışkanlığı. Kendi öğle yemeklerimi “obento” denilen öğle yemeği paketleri şeklinde hazırlamak benim için büyük bir keyfe dönüştü zamanla. Yemek için çubuk kullanma alışkanlığı mesela, bazı durumlarda kesinlikle çataldan çok daha kullanışlı. Bir de maske takma alışkanlığı var. Kötü kokulardan, alerjiden koruyor sizi, harika bir şey.
Japonya’daki çalışma ortamını nasıl buluyorsunuz? Geçen sene Japon kadınlarının sosyal medyadaki #KuToo hareketi gündem olmuştu. Siz de bir kadın olarak çalışma ortamınızda bir sorun yaşadınız mı?
Çalışma ortamı oldukça sıkı, katı kurallar var. Sizden tecrübeli ya da yaşlı olan çalışanlar çıkmadan çıkmanız maalesef iyi karşılanmıyor ve bu konudaki sosyal baskı çok çok güçlü. O kadar güçlü ki, bu sosyal baskı çalışanların çalışma saatlerini resmen kontrol altında tutuyor. Birçok özel şirkette resmi çıkış saati akşam altı olmasına rağmen, akşam on birde bile çalışanların bir kısmı halen çalışıyor olabiliyor. Hem de haftanın birkaç günü hem de birçoğu ek mesai ücreti almadan. Çalışma hayatında maalesef erkek egemenliği belirgin. Zaman zaman çalışan başarılı kadınların da “erkeklerin onlardan daha iyi” olduğuna dair düşünceyi benimsemiş olduğunu üzülerek gördüm birçok sefer. Biz Türkiye’de özellikle tıbbi camiada çok eşitiz. Ben bir kadın kardiyolog olarak Türkiye’de benzer bir tavır hiç görmedim. Kadın doktor sayımız genellikle erkek doktor sayımıza yakındır. Yine de bana karşı böyle bir tavır hiç olmadı. Ben hep saygı hissettim, iyi İngilizce konuşmam, Türk ve Avrupa kardiyoloji cemiyetleri içinde aktif olarak rol almam ve akademik hevesimden dolayı bana hep saygılı davrandılar. Ama tüm kadın meslektaşlarıma böyle davranılmadığını söyleyebilirim. Beni çok etkileyen ve sinirlendiren bir şey bir erkek doktorun bir kadın doktoru, yüzlerce kişinin katıldığı bir bilimsel kongrede eliyle “yeter artık” anlamına gelecek bir işaretle susturması ve kadın meslektaşımın baş eğerek özür dilemesi olmuştu. Kültürel bir şey olduğunu anlayabiliyorum ama yine de 21. yüzyılda bunu kabullenemiyorum maalesef. #KuToo hareketine yönelik hastanede değil ama özel şirketlerde çalışan birçok arkadaşımdan ciddi şeyler duydum. Ciddi baskılar oluyormuş kıyafete yönelik. İlk gittiğim zamanlarda Japon kadınlarının trenlere otobüslere topuklu ayakkabılarla koşup, biri sırtta biri kucakta iki çocuğu yüksek sivri topuklu ayakkabılar üzerinde taşımalarına hayran olurdum. Bunun rahatlıktan değil, mecburiyetten olduğunu öğrenince üzülmüştüm.
Sizi İnstagram’dan takip edenlerin de bildiği gibi gezmeyi çok seviyorsunuz. Japonya’da en çok etkilendiğiniz yer neresiydi?
Evet, çok seviyorum. Biraz da merakınız var ve okuyorsanız, dünya kültürlerini tanımanın en iyi yolu gezmek. Yöre insanını gözlemlemek, yemeğini yemek, müziklerini dinlemek, mimarisini görmek, dili ve dille gelen ifadeleri duymak, benzersiz bir öğreti bence. Japonya’da en çok etkilendiğim yer Yakushima adasıydı. Kyushu adasının en güney ucundaki Kagoshima bölgesine bağlı bir ada Yakushima. Bin küsur yıllık sedir ağaçlarıyla ünlü subtropik bir ada. Ayda 35 gün yağmur var diye esprisi yapılan, çok yağış alması nedeniyle de benim gördüğüm en zengin yeşil tonlarına ev sahipliği yapan harika bir yer. Masal diyarı gibi gerçekten. Yaklaşık 24 km’lik bir yürüyüş rotasıyla bilim insanlarının 7000 yıla kadar yaş tahmini yaptığı dev bir sedir ağacını görebiliyorsunuz. Jomonsugi isimli bu sedir ağacı, ismini Japonya’nın tarihteki en eski tarihi dönemi olan “Jomon” döneminden alıyor. MÖ 14500 yılında başladığına inanılan bir dönem. Düşünsenize 7000 yıldır dünyayı izlemiş bir ağacı görüyorsunuz ve o adada bir sürü böyle ağaç var, resmen büyülemişti beni.
Fuji Dağı’na tırmanmaya nasıl karar verdiniz? Tırmanış süreci nasıl geçti, neler düşündünüz?
Fuji Dağı 3776 metre yüksekliği ile Japonya’nın en yüksek noktası. Japonya’ya gelip, zirvesine tırmanılabildiğini öğrendiğim günden beri hayalimdi. Kimle gideceğime, nasıl gideceğime karar veremiyordum. Fuji Dağı’nın tırmanışa açık olduğu o kısa süreli dönem içerisinde kardeşim de çalıştığım hastaneye kısa süreli gözlemci olarak geldi. O da benim gibi doğa aşığı biridir. Ben tırmanır mıyız diye sordum, tırmanırız dedi, bir anda karar verdik ve 30 Ağustos gibi bizim için anlamı yüksek bir günü seçtik. Tırmanış başta kolaydı. 9 istasyon var zirveye kadar. 5. istasyona kadar otobüsle gittik. 7. istasyona kadar hafif bir rampa tırmanır gibi oluyorsunuz, ancak yedinciden sonra yer yer ellerinizi de kullanarak kaya tırmanışı yapmanız gerekiyor. 8. istasyona kadar tırmanıp (yaklaşık 3400 metrede) orada birkaç saat bir barakada dinlendik. Sabah ikide gün doğuşunu zirvede yakalamak üzere tekrar yola çıktık. En zor kısmı burasıydı. Korkunç güçlü bir fırtına, karanlık, yağmur, soğuk… Son 150 metrede tırmanan herkes tek sıra halinde ve yavaş yavaş ilerliyordu, şiddetli rüzgârda hepimiz yere eğilip kendimizi düşmekten korumaya çalışıyorduk. Kardeşimle birbirimizi sık sık kontrol edip, işaretlerle birbirimiz iyi olduğumuzu anlatıp devam ediyorduk. Aklımda hep şu vardı “Bitirdiğinde Japonya’nın en yüksek noktasına tırmanmış olacaksın”. Havanın o kadar kötü oluşu biraz şans tabi, ama yapabildiğimiz için çok mutluyum. O fırtınaya rağmen, bayrağımızı da Fuji’nin zirvesinde açtık 30 Ağustos’ta. Asker çocuğu iki kardeş için büyük gururdu bu.
İleride Japonya’ya eğitim veya araştırma yapmak için gelecek öğrencilere hangi tavsiyelerde bulunurdunuz?
Orada bulunduğum iki yıllık süreçte Monbusho bursu dışında başka burslarla gelmiş birçok öğrenci arkadaşla da görüştüm. Monbusho bursu kazanılması zor bir burs olduğu için sanırım insanlar biraz daha kıymet biliyor ama, bazı öğrenci arkadaşlarda aynı ciddiyeti göremedim maalesef. Ne yazık ki herkesin bu tip yurt dışı akademik çalışma yapma imkânı olmuyor. Bunun bilincinde olmak lazım. Bu elbette bir başarı ancak aynı zamanda bir şans, o süreci en iyi şekilde değerlendirip, geri döndüğümüzde ülkemize nasıl daha çok katkıda sağlayabileceğimizin, genç arkadaşlarımıza nasıl örnek olabileceğimizin bilincinde olmalıyız. Ne Japonya ne de kendi devletimiz bize gezip, görmek, tatil yapmak için bu imkânı vermiyor. Sahip oldukları şansı iyi kavrayıp, mümkün olduğunca kendilerini geliştirmenin yolunu arasınlar. Gelişebilmek için bu bayrak yarışında her birey üstüne düşen sorumluluğu yerine getirmeli diye düşünüyorum. Bunun için biz genç nesle çok büyük görev düşüyor.
Sağlık, İş ve Refah Bakanlığının 2018 yılında yaptığı bir ankete göre Japonya’daki doktorların sadece %21,9’u kadın. Erkek doktorların sayısı 255.452 iken sadece 71.758 kadın doktor bulunuyor. 2016 yılında yapılan son anketten bu yana toplam kadın doktor sayısı %6,3 artarken, erkek doktorların sayısı ise sadece %1,4 oranında artış gösterdi.
Kadın doktorların sayısı 1990 yılından beri yavaşça artıyor. Genç nesillerdeki artış ise daha yüksek bir oranda. Hastane ve klinikler gibi sağlık kurumlarındaki kadın doktorların yaş aralıklarına bakacak olursak en yüksek oran %35,9 ile 29 yaş ve altında. Ardından %31,2 ile 30-39 yaş aralığındakiler, %26,3 ile 40-49 yaş aralığındakiler ve %16,6 ile 50-59 yaş aralığındakiler geliyor.
Kadın doktorların bölümlere göre dağılımında da eşitsizlikler görülüyor. Hastanelerin dermatoloji, kadın doğum ve jinekoloji, meme cerrahisi, göz hastalıkları ve anesteziyoloji bölümlerinde kadın hastaların sayısı da daha yüksek olmakla birlikte, doktorların çalışma saatleri daha az ve daha düzenli.
Kadın doktor oranının %54,8 olduğu dermatoloji bölümü ankete göre kadın oranının erkeklerden fazla olduğu tek bölüm. Kadın doktorların oranının %40’ın üzerinde olduğu diğer uzmanlıklar ise %44,5 ile kadın doğum ve jinekoloji, %44,1 ile meme cerrahisi, %42,4 ile göz hastalıkları ve %40,9 ile anesteziyoloji. Buna karşın, kadın doktor oranının %10’un altında olduğu 8 bölüm var. Bu bölümler arasında, %6,5 ile beyin cerrahisi, %6,2 oranları ile kardiyovasküler cerrahi ve ortopedik cerrahinin yanı sıra %2,5 oran ile trakeoözofageal, yani nefes ve yemek borusu cerrahisi bulunuyor. Aynı ön yargı kliniklerde de gözlemlenebiliyor.
Hastanelerde Çalışan Kadın Doktorların Uzmanlıklara göre Dağılımı
Tıbbi Uzmanlık | |
Dermatoloji | %54,8 |
Kadın Doğum ve Jinekoloji | %44,5 |
Göz Hastalıkları | %42,4 |
Anesteziyoloji | %40,9 |
Acil | %14,9 |
Cerrahi | %7,1 |
Kardiyovasküler Cerrahi | %6,2 |
Trakeoözofageal Cerrahi | %2,5 |
Bu tablo, 2018 yılında yapılan Doktorlar, Diş Hekimleri ve Eczacılar Anketinden alınan verilere göre Nippon.com tarafından oluşturulmuştur.
Haberin orijinalini okumak için buraya tıklayın.
Bir ev hanımının savaş zamanındaki hayatını anlatan In This Corner of the World filminin uzatılmış versiyonu, yönetmene göre izleyicilere tamamen farklı bir film izliyormuş hissi verecek.
Yönetmen Sunao Katabuchi başkahraman Suzu’yu karmaşık duygularla çatışan çok yönlü biri olarak tasvir ettiğini belirtiyor.
2016 yılının Kasım ayında gösterime giren ve alışılmadık bir süre boyunca vizyonda kalan orijinal versiyonun vizyondan kalkmasından bir gün sonra, filmin 40 dakika uzatılmış versiyonu In This Corner (and Other Corners) of the World 20 Aralık’ta gösterime girdi.
Orijinal versiyon, İkinci Dünya Savaşı yıllarında, Hiroşima Prefektörlüğündeki Kure’de yaşayan Suzu’nun günlük yaşamına odaklanıyor.
Ancak uzatılmış versiyonda, genelevde çalışan ve Suzu ile arkadaş olan Rin’e daha fazla yer verilmiş.
Suzu, evlenmeden önce Shusaku’nun Rin ile ilişkisi olduğunu öğreniyor. Böylece başkahraman kendini kocasına olan aşkı ve Rin ile dostluğu arasında kaybolmuş buluyor.
Suzu çocuk sahibi olamamasına üzülürken bir yandan da onu çocukluk arkadaşı Tetsu ile bir gece geçirmesi için kandırmaya çalışan kocasına kızıyor ve akli dengesini kaybetmeye başlıyor.
Bu yan hikaye, Fumiyo Kono tarafından yazılan ve çizilen orijinal mangada işleniyor. Ancak yönetmen, filmin süresi 2 saati çok geçmesin diye bu kısmı orijinal versiyondan istemeyerek de olsa çıkarmak zorunda kalmıştı.
Filmin başarısı sayesinde Katabuchi bu yan hikayeyi yeniden canlandırma hayalini gerçekleştirdi. Yeni sahneler oluşturmak ve kendi yorumunu eklemek için üç sene daha harcadı.
Katabuchi, orijinal manganın merkezinde bir adam ve kadının aşkı olduğunu ama kendisinin bu hikayeyi daha evrensel bir biçimde ele almak istediğini belirtti.
Yönetmen, Suzu’nun kocasının çalışma masasındaki bir çekmeceyi açıp onun sırrını öğrendiği simgesel bir sahneye değiniyor.
Katabuchi, bu sahneyi, bir kağıt parçasından bile daha değersizmiş gibi davranan Suzu’nun, kalbinde yeni bir kapı açarak varlığını anlamlandırma isteğine kavuşması olarak yorumluyor.
Orijinal versiyonda dürüst bir kadın olarak tasvir edilen Suzu’nun, aslında anlaşılması güç biri olduğu ortaya çıkıyor. Yönetmene göre bu, Suzu’yu daha da büyüleyici biri haline getiriyor.
Yönetmen Katabuchi “Suzu, orijinal versiyonda birçok insanı temsil ediyor. Bu yüzden, orijinal versiyonun olduğu gibi kalmasını ve insanlara ‘demek savaş zamanı hayat böyleymiş’ dedirtmesini istiyorum. Ancak, uzatılmış versiyonda Suzu kendi hayatını yaşayarak benzersiz birine dönüşüyor,” dedi.
Kaynak: Asahi Gazetesi
Japonya’da yayınlanan Sazae-san ve Chibi Maruko-chan adlı animeler uzun süredir izleyicilerin favorisi.
Pazar Günlerinin Vazgeçilmezi
Sazae-san ve Chibi Maruko-chan Japonya’nın en tanınan ve sevilen anime dizilerinden. Arka arkaya yayınlanan bu iki anime 24 yaşındaki Sazae ve 9 yaşındaki Maruko’nun aileleri, komşuları ve arkadaş çevresinin günlük maceralarına odaklanıyor. Chibi Maruko-chan neredeyse 30 yıldır yayınlanmaya devam ederken, Sazae-san 2019 yılında 50. yılını kutladı.
Setagaya’da Sıradan Bir Gün
Mangaka Hasegawa Machiko’nun yarattığı Sazae-san ilk defa 1946 yılında gazetelerde dört panelli çizgi roman olarak yayınlandı. 1969 yılından beri anime olarak yayınlanmaya devam ediyor. 2014 yılında ise en uzun süre yayınlanan anime serisi olarak Guinness Dünya Rekoru kırdı.
Sazae-san Batı Tokyo’daki Setagaya’da tek çatı altında üç nesil bir arada yaşayan bir ailenin hayatı etrafında şekilleniyor. Ebeveynleri ve genç kardeşleri ile birlikte yaşayan ana karakter Fuguta Sazae, enerjik ve açık sözlü bir anne ve eş. Anime kentte geçmesine rağmen aile bireylerinin her birine deniz ile ilgili adlar verilmiş. Sazae adı Japoncada bir çeşit deniz kabuğu, babasının adı (Namihei) sakin deniz, annesinin adı (Fune) gemi, kocasının adı (Masuo) ise alabalık anlamına geliyor.
Her bölüm, aile bireylerinin hayatlarındaki sıradan olaylarla başa çıkmasını konu alan ve sıklıkla mevsime uygun öğeler içeren üç ayrı hikâyeden oluşuyor. Sazae-san çoğunlukla tartışmalı konulardan kaçınarak Japonya’nın çok da uzak olmayan geçmişindeki ideal aile hayatını gösteriyor. Anime serisini ekranlara taşıyan animasyon stüdyosu Eiken’de çalışan yönetici danışmanı Mōnai Setsuo, serinin bu kadar uzun süre devam edebilmesinin nedenini günlük hayattan kareleri güldürücü ve eğlenceli bir biçimde sunarak izleyicilerin seriyle bağ kurabilmesiyle ilişkilendiriyor.
1980 yılında tamamlanan orijinal manga serisi, anime serisinin şekillenmesinde rol oynadı. Eiken, serinin bazı yönlerini modern toplumu yansıtacak şekilde değiştirse de seri hala nostaljik havasını kaybetmedi. Buna rağmen, Sazae ve annesinin hala ev hanımı olarak tasvir edilmesi günümüzdeki toplumsal normlara göre çağ dışı kalıyor.
Anime serisi ve yaratıcısı hakkında daha fazla bilgiye ulaşmak isteyenler Setagaya’daki Hasegawa Machiko Sanat Müzesi’ni ziyaret edebilirler.
Bir İlkokul Öğrencisinin Hayatı
Chibi Maruko-chan üçüncü sınıfa giden Maruko’nun neşeli hikayesi. Serinin yaratıcısı sanatçı Sakura Momoko’nun çocukluğunu geçirdiği Shizuoka Prefektörlüğü’ndeki Shimizu’da geçiyor. 1986 yılında aylık bir dergide manga olarak yayınlanmaya başlayan seri, 1990 yılında televizyona uyarlandı. Günlük, sıradan olaylara odaklanması nedeniyle Sazae-san ile karşılaştırılsa da olay örgüsü daha güncel ve insanları güldürmeyi hedefleyen gerçekçi öğeler de içeriyor.
Ailenin en küçüğü Maruko, büyükannesi, dedesi, ebeveynleri ve ablası ile yaşıyor. Meraklı, enerjik ve yardımsever olmasına rağmen hayallere dalıp geleceğe yönelik planlar yapamayınca onun tüm bu özellikleri başını belaya sokuyor. Kendisi gibi hayallere dalıp gitmeye meyilli dedesi Tomozō ile çok yakınlar. Maruko’nun en sevdiği yemekler purin adlı krem karamel ve hamburger köftesi ama nattō adlı soya fasulyesinden yapılan yemekten nefret ediyor.
Chibi Maruko-chan’ın her bir bölümü Maruko’nun, ailesinin ve sıra dışı sınıf arkadaşlarının tuhaflıklarını anlatan iki hikâyeden oluşuyor. Yönetmen Takagi Jun anime serisinin uzun yıllar süren popülerliğini geniş kitlelere hitap etmesine bağlıyor. Mynavi News ile yaptığı online röportajda Maruko’nun çok zeki bir kız olmasa da sevilebilir ve izlemesi eğlenceli olduğunu belirtti. İzleyicileri her pazar ekran başına geçiren şeyin de Sakura’nın her bölümde hissedilen mizah anlayışı olduğunu da ekledi.
Shizuoka’daki Shimizu istasyonundan otobüsle 10 dakikalık mesafede bulunan Chibi Maruko-chan adlı tema park, ziyaretçilere ünlü karakterin dünyasına adım atma imkânı sunuyor.
Haftalık Şarkı
Hem Sazae-san’ın hem de Chibi Maruko-chan’ın ünlü olmuş şarkıları var. Chibi Maruko-chan’ın 1990larda yayınlandığında hit olan Odoru Ponpokorin adlı kapanış şarkısının sözlerini Sakura besteledi. Birçok müzik grubu tarafından seslendirilen şarkının farklı versiyonlarının CD satışları 1,5 milyonu geçti. Sazae-san’ın açılış şarkısı bu kadar büyük bir ticari başarı yakalayamasa da kendine özgü melodisi ve komik sözleri birçok insan tarafından bilinir. Şarkının ilk notaları birçok izleyiciye pazar akşamının başlangıcını hatırlatırken bazıları için de hafta sonunun bittiğinin ve yeni haftanın başladığının habercisidir.
Kaynak: Nippon.com